8 Kasım 2019 Cuma

05.Kasım.2019 - Günün Yazısı - Hayalperestin Zoru - Ömer Leventoğlu

"KELİMELER BIÇAK GİBİ DİYOR BAZILARI... "

İyi yüreklilikse mesele, iyi yürekli sayılırdı... Fakat dostları pek azdı. Bildiğim kadarıyla, son yıllarının büyük bölümünde, depresyon denen illet bir psikoloji marazıyla uğraşıp durdu İlhan... Yine de bazen canlılığı üstüne gelir, bir çırpıda sokağa fırlar, nerede olursa olsun dostluğuna güvendiği insanlarla buluşup görüşmek, yaptığı bir şeyleri, diyelim ki bir dergi ya da gazetede çıkan bir yazısını paylaşmak isterdi heyecanla... Olmadı telefon açar, mektup yazar ya da başka türlü bir iletişim kurmak için didinir dururdu. Lakin ben de dahil, bir elin parmaklarından az sayıdaki dostlarının ortak bir özelliği vardı:
İlhan'la olan dostluklarını çok içten, ama uzaktan uzağa sürdürmeyi seven kimselerdi hepsi de... Gel gör ki O'nun, (bu acı durumla sık sık karşılaştığı halde) olup bitenleri, şimdi şu satırlara yazdığım gibi kavradığını söyleyemem kendi payıma. Bu yüzden bazen çelişkili düşünceler altında boğulur, gene de dostluklarına çamur atmayı yediremez, her şeyi kendi alınganlığına yorup unutma yolunu seçerdi.

Dramatik bir evlilik geçmişti başından. Nasıl becerdiyse bilinmez, bu evlilikten kurtulduğunda; dişlerinin çoğu dökülmüş, saçları beyazlamış, gece gündüz sigara içmekten ağır bir bronşite yakalanmış, mide ülseri olup çıkmıştı. Çok işlerde çalışmıştı vakti zamanında; babasının yanında taş duvar ameleliğiyle hayata atıldığında 13 yaşındaymış. Sonraları büyük inşaatlarda temel kazıcılığı, kalıpçı çıraklığı, hamamda havlu yıkamacılığı, emaye atölyesinde tabancacılık/fırıncılık, plastik kaplar makinelerinde operatörlük, oto yedek parçacısında çıraklık, bir avukatın yanında yazıcılık, sonraları gazetecilik, televizyon muhabirliği/program yapımcılığı, özel bir vakıf üniversitesinde öğretim üyeliği, sendikalarda eğitimcilik, dersane hocalığı, daha sonra seyyar satıcılık, inşaat boyacılığı ve şoförlük gibi yaptığı işlerden bazılarını hatırlıyorum. Hemen fark edilmiştir; İlhan'ın temel özelliklerinden biri de hemen hemen hiçbir işte sonuna kadar taban tutturamayışıydı. Bu yüzden olsa gerek, evliliğinin de işte böyle bir kader çizgisi takip etmesini, pek kimse yadırgamadı sanıyorum.

O'nunla tanıştığımda, geçmişi hakkında en küçük bir fikrim olmamasına karşın, nedense, hayalperest biri olduğunu düşünmüştüm. İki günlük tanışıklığımızın ardından, coşkulu bir şekilde, tanışıp vurulduğu bir kızdan ve bir dolu yazı projesinden söz etti. Çoğunlukla parasızdı. Tek başına ayakta durma çağlarına geldiğinde, kaderinin onu soğuk inşaat köşelerine ittiğini kanıt göstererek, köprü altlarında, soğuktan donmuş olarak öleceği konusundaki kesin inancını hep canlı tutuyordu. Bütün otoritelerce kanıtlanmış bir bilim tezi gibi inandığı bu görüş, ona, garip bir şekilde, en berbat koşullarda bile halinden memnun olma gücü veriyordu. Böyle durumlarda, sanki hep, “daha o güne var” der gibiydi. Depresyonda olmayıp da uykudan kalkabildiği zamanlardaki aceleciliği, habire öyküler yazmaya çalışması da bundan olmalıydı. Yakında gelip çatacak olan “O gün”ün elinden kurtarabildiği kadar bir şeyleri kurtarma çabasına gömerdi kendini. Gayretkeşlikle, tedirgin bir ivedilikle, küçük bodrum katındaki daracık rutubetli odasında acele acele yazmasının nedeni buydu diye düşünüyorum.

Gazetelerde, dergilerde yayınlanan yazılarının çoğu deneme türünden şeylerdi. Son altı aylık dönemde de öyküye benzer metinler yazmaya başlamıştı. O'nunla öyküleri arasında esrarlı, tuhaf bir aşk ilişkisi varmış gibi bir izlenim edinirdim hep. Bazen utana sıkıla, ayıp bir gizi açığa vurur gibi, “yazarken defalarca, okurken defalarca ağlıyorum” derdi. Böyle söylemesinden anlıyordum ki, kendini bulmuştu bu metinlerde. Öyküleri birkaç yerde yayınlandı yayınlanmasına ama O, yerinde durmadı; ödüllü edebiyat yarışmalarına katılmayı takmıştı kafasına bir kere... Bu fütursuz hevesinin ona büyük bir yıkım getireceği gün gibi açıktı; bunu görüyor ama bir şey söyleyemiyordum doğrusu. Yarışmalara verdiği metinlere baktığımda, tamamen ümitsizliğe kapıldığımı söyleyemem ama, benim açımdan sorun da bu değildi zaten. “Ya kazanamazsa, ya bu metinlerde bir ‘değer' görülmezse” diye onun adına korkuyordum. Korktuğum oldu; herhangi bir ödüle layık görülmedi yazdığı şeyler... Bir hafta, on gün kendini bir yerlere kapatmış olmalıydı; kimse görmemişti O'nu...

Sonra bir gün, yılbaşı akşamıydı, herkes eğlenmek üzere telaşlı telaşlı programlar yaparken, O çıkıp geldi benim işyerime. Çok uyumuş, ya da hiç uyumamış gibiydi. Gözlerinin şişi, sesinin tembelliği, yüzünün güleçliği, bir kanaate ulaştırmıyordu beni... Dinginlik ve bitkinliği birlikte giyinmişti sanki. Her ikisi de eğreti duruyordu üzerinde fakat... İlk tanıştığımda coşkuyla söz ettiği o kıza, yani sevgilisine mektuplu bir öykü yazdığını, onu internetten göndermek istediğini söyledi. Masadan kalktım, yerimi verdim. Geldi oturdu. Elimde olmadan, merak ve dikkatle süzüyordum bir yandan da; kederli bir mutluluk akıyordu yüzünden. Mektubu gönderdikten sonra, hemen kalkıp gitmek istediyse de, dolaptan çıkardığım cin şişesini gösterdim; birer bardak içmeye ikna etmek için uğraşmama gerek kalmamıştı.

İlk bardağı bir dikişte devirince, sevgilisine telefon etme ricasında bulunacak cesareti de kazanmıştı. “Tabii” dedim. Aradı... Dışarı çıktım. İlk birkaç dakika neler konuştular bilmiyorum. Tekrar odaya döndüğümde, kesik kesik, boğuk bir sesle, hakkına rıza göstermeyen küçük, afacan çocukları taklit edercesine, “bananeeee!”, “bananeeee!” diye ağlıyordu... Birbiri peşi sıra çiti terk eden koyunlar gibi düzgün sıralı yaşlar yuvarlanırken yanağından, O, durmaksızın, “hayıyyyy, bananeeee!”den başka tek bir kelime etmiyordu. Böyle garip bir diyaloga ilk kez rastlıyordum. Aslında konuşmanın üslubu son derece gülünç olmasına rağmen, gözümün takıldığı o minik su damlalarının yanaktan aşağı yuvarlanışı, bozguna uğratmıştı beni. Neden sonra, “tamam bebeğim, görüşürüz” diyebildi. Telefonu kapattı, başını ellerinin arasına alıp masaya kapaklandı. Elim ayağım birbirine dolanmıştı; ne diyeceğimi, nasıl davranmam gerektiğini kestiremiyordum bir türlü.

İkişer bardak daha cin, ardından birer bira içtikten sonra kendine gelmiş görünüyordu. Eve gidip uyumak istediğini söyledi. Ben de, o ana kadar aklımdan uçmuş olan yemek davetini hatırladım birdenbire; benim de acele etmem gerektiğini fark ettim. Toparlanıp çıktık.

Yılbaşı eğlencesinden sabaha karşı dönen ev arkadaşı, elektrik sobasını almak için odasına girdiğinde, her zamanki gibi derin bir uykuda olduğunu zannetmiş. Sobayı alıp çıkmış sessizce. Bir sonraki gün cenazesi Erzurum'a götürülürken haberdar oldum ben de...

O gün hiçbir iş yapmak istemedim. Dalgın dalgın oyunlar oynadım bilgisayarda. Bir ara bilgisayara bir disket takmaya çalışırken, içerde başka bir disket kaldığını far kettim. Çıkardım; benim değildi bu... Merakımı yenemedim, tekrar yerleştirdim disketi; “hikaye” adıyla, tek bir dosya kaydedilmişti. Dosyanın ismi, özel bir mektup olduğu fikrini desteklemiyordu, ama gene de kararsız, ikircikli, suçlu düşüncelerle açtım. İlhan'ın kız arkadaşına gönderdiği öykü ile mektup karışımı metin işte buydu... Başlığı, vaadname gibi bir şeydi: “Öyküler Yazacağım...” Nevi şahsına münhasır bu dostumun, özel bir mektupta böyle bir başlık kullanmasına hiç şaşırmadım. Buna rağmen mektubu okumam için beni dürten tutkulara yenik düştüm. Okudum...

“Öyküler Yazacağım...

Öyküler yazacağım Serê, kelimelerim olacak, onlarla kuracağım öykülerimi... nasıl kelimeler mi dedin?.. bilmiyorum Serê, bilmiyorum açıkçası... yazacağım işte... gerçeküstü mü, soyut mu, tasvir mi, imgeleme yüklenmiş metinler mi, bilmiyorum... şiirsel mi, destansı mı, bilmiyorum... lirik mi, epik mi olacak, soğuk mu sıcak mı, asık suratlı mı neşeli mi olacak bilmiyorum... kentliye mi köylüye mi, yılgın edebiyat takipçilerine mi yoksa, bu dünyayla hesabı olan ‘serseri'lere mi yazacağım, bilmiyorum gerçekten... beynelmilel mi olsun yerel mi, kürdili hicazkar mı bunu da bilmiyorum... neyi vurgulasın, hangi dolayımları kurup neyi amaçlasın mı?.. inan bilmiyorum... mahcubum biriciğim... mahcup, kara cahilim anlaşıldı; şimdiden, daha siftahsızken mağlubum... yazamayacak mıyım sence?.. piyasaya çıkaramayacak mıyım bu öyküleri dedin?.. okunmayacak mı dedin?.. okunsun diye yazacağım ama piyasayı bilmiyorum Serê... edebiyatçılar beğenir mi, bilmiyorum... eleştiri yapılıp, kaç baskı çıkacağını da bilmiyorum... ‘Sen de hiçbir şey bilmiyorsun' mu dedin?.. böyle konuşurken bilmiyorum inan, aklım karışıyor, ne cevap vereceğimi şaşırıyorum...

İstersen şöyle yapalım Serê; ben sadece bildiklerimi söyleyeyim...

Öyküler yazacağım Serê... hikayeler yazacağım... gerçeği, üstünü, imgesini bir tarafa bırakıp iki dakika dinleyemez misin beni... varsayalım ki Serêm, edebiyatçılar görmeyecek ayıplarımızı, ayıp ettiğimizi bilmeyeceğiz biz de... kimse bilmeyecek... ödüllere alıştırmayacağız kendimizi, kimse tarafından sınanmayacağız, otoriteler bihaber olacak bizden... başka diller, başka uluslar, başka kültürlerin edebiyat okuyanlarına, yazar sevenlerine bulaştırmayacağız yazılarımızı...

Öyküler yazacağım, hikayeler yani...

Politika, iktisat, bilimler, felsefeler, üniversite kürsüleri, yayınevlerini unutamaz mısın bir yol... bak gel yamacıma iliş Serê... dinle beni bir kere olsun...

Öyküler yazacağım... insanlarım olacak benimle birlikte, dünyalarım... hepimizin dünyası olacak... hepimizin mekanları, hepimizin renkleri, hepimizin soğukları, sıcakları, ekmeğimiz, fırınımız, olacak; mağaramız, sığınağımız, binalarımız, silahlarımız, kitaplarımız, kelimelerimiz olacak bunların içinde... duygular gelip yerini alacak... kelimeler dizilecek birbiri peşine... harfler halay çekecek, acılar keskin, acılar ferah bir bahar günü gibi girecek öykülerin içine... duygular uçuşacak, heyecanlar kabaracak, aşıklar öpüşecek, sevişmeler olacak... ama kelimeler nasıl?.. hangi kelimelerle yazacağımı karıştırıyorum hep... kelimeler bıçak gibi diyor bazıları, bir üzüm yaprağı gibi olsun diyenler de var... hatta renkli, çiçekli olsun diyenler de...

İnanmazsın ama, kelimelerim olacak gerçekten... acısı da, şerbetlisi de olacak, gelip insanın yanağını okşayan kelimelerim de olacak... öyle düşünüyorum...

Öyküler yazacağım Serê, inat ettim bir kere yazacağım... bu inat bu murattır, baş koydum, yazacağım... düşeceğim peşine öykülerin... taş kesip yıkılacağım bazı yerlerde... taş kesip donacak sözcükler... harfler, zınk diye çakılıp kalacak gözbebeklerime...

Gene de öyküler yazacağım ama, köz gibi olacak, kor gibi tutuşup yanacak için için öyküler... alevler, dumanlar tütecek, kokusu arş-u alamı saracak... öyle bir yakacağım ki öykülerimi, öyle bir içten kavrulacak ki korlar, dünyanın en uzağa işeyen edebiyatçısı dahi şansını denese, beceremeyecek, söndüremeyecek öykülerimi... gülüyorsun bana biliyorum... ukala diyorsun, haddini bilmez diyorsun... hafiften, hayır açık açık kaçırdığımı düşünüyorsun biliyorum... belki de doğrudur, bundan emin değilim, ama bak ağlıyorum ben... ben sadece kirpiklerimde tutunamayan, yanağıma doğru kendini bırakan şu damlacığın erdemine sarılmasını biliyorum, becerebildiğim budur sadece... sen yine de bakma bana öyle, sadece acınacak bir şey değil benim çabam, neden güvenmiyorsun bana...

Öyküler yazacağım, güven bana... yeri, göğü, rengi, kokusu, tadı, zemherisi, cümbüşü, teyyaresi, tomahawkı, açlığı, namusu, şehidi, gazisi, maniği, depresifi, şizofrenisi, dehası olacak öykülerimin... kuşlar cıvıldayacak, renkler gülecek, kokular ritimlere sızacak... bunları yazacağım... yoksulluğum olacak, zenginliğim de... posta trenlerinde ayaklarım şişecek, geniş tarlalarda kırılacak belim burkum... ırgat olacağım öykülerimin içinde, neo-liberal tezleri tartışacağım kürsülere karşı... Kaxis Axa'nın bağlamasında perde, Feqiya Teyran'ın gırtlağındaki ses teli olacağım... Cigerxwin'in kaleminde boya, ya da Arif'in okyanusunda bir kibrit çöpü... canlı nesillerin dramını, işte böyle sırtlanıp taşıyacağım hikayelerime... nihilizme küfürler savurup, sahici anarşistlerle yatıp kalkacağım...

Kentlerde, parklarda sürteceğim... şarabı besmelesiz içip, Nusaybin sokaklarında yürüyeceğim her gün... içim geçecek soğuk gecelerde, ama ben öyküler yazacağım... dertlerim, safranlarım olacak, kusacağım... bir torbanın içine koyup sonra, edebiyatçılar cemaatinin tam ortasına boca edeceğim...

Öyküler yazacağım; şakaklarım zonklayıp, sakallarım uzayacak... midem delinecek sonra, ciğerlerim küsüp pörsüyecekler... tekinsiz kelimelerle sevişip, kutsal hukukun kalem kıran ayetlerine edeceğim; suratı büzüşecek kolalı yakasıyla kürsüye kurulu adamın... Bense, bu tımarhane hücresine benzer resmi kurumları takmayacağım hiçbir zaman...

Sonra öyküler yazacağım Serê, bitanem... inan bana yazacağım bu hikayeleri... beni seviyorsan, ne olur bir dinle...

Öyküler yazacağım bak, kulağını ver bir bana... buz gibi bir odam var biliyorsun, pek sevimsiz... eksili soğuklarda ısıtamayınca parmaklarımı, yorganın altına giriyorum biliyorsun... ama bu öyküleri yazmadan önce yorganımı yakıp ısınacağım... sonra, damarlarım kesilecek soğuktan, kristal birer sicim olacaklar yazarken ben... ama beni durdurmalarına izin vermeyeceğim... yanağımdan süzülen aha bu suyun derinliklerindeki kederli tarihi yazıyor olacağım çünkü... çimenlerle nişan kıymış gençlerin şehvetli, tutkulu ufuklarını çizeceğim bu öykülerde... ufuk çizgisi diye, kızların gözüne çektiği sürme gibi ince, serin çizgiler dolayacağım öykülerime... ayrılıkların şiiri, hasretin geçit vermez dağ zirveleri cana gelecek bu öykülerimde...

Fakat ben öyküler yazacağım gözbebeğim, hele bir dinle beni bak, nedir bu umursamazlığın, kayıtsızlığın... sonra bak, çocukları seversin sen, bilirim... “zaaflarımı yakalayıp lafa tutuyor beni” demeyesin ne olur... çocukları yazacağım; boy boy çocuklarım olacak, çocuklar doğuracağım insanlarıma, onların perişanlıkları ölüm fermanım olacak fakat... bir tırnak acıları bile divane edecek, tımarhanelere düşürecek beni biliyorum ama, yoksunluklarını, acılarını yazacağım gene de... ve düşün ki cigerparem, bu çocuklarım, katlime ferman gibi mayına basacaklar, şarapneller söndürecek minik bedenlerini... yasak yaylalardaki çadırlarda, Çukurova'nın tarlalarında, yırtık giysileriyle, utançtan kızarmış pembe yanaklarıyla okul sıralarında anlatacağım onları... sevgi sevgi öreceğim çocuk dünyalarını bu hikayelerde... babası dağda vurulmuş küçük kızlar büyürken, Diyarbekir sokaklarında büyürken hem de, muhkem kuvvetlerin kucağına düşüşlerinin trajedisini görmezden gelmeyeceğim inan... bu hikayeleri saklamayacağım; vicdanım, vicdanlar örselenmesin diye tuzun kokmasından korkmayacağım... arsızlığı başıma taç diye takıp, kokmuş tuzun kokusunu tasvir edeceğim bir bir... sonra varsın şeytan taşlar gibi taşlasınlar, recmetsinler beni... ki ben, üst üste yaşayan aileleri, gelinleri, kaynanaları, kocaları, kardeşleri, tek göz evlerde eşler arasındaki edepsiz sataşmaların imgelerini bulup yedireceğim bu öykülere...

Lakin işte edebiyatın ‘güzel'i nedir bilmiyorum ben... metinlerdeki estetik değerden, metinler arası ilişkilerden, analitik kurgulardan, gelişmiş yaratıcı yazma tekniklerinden çakmıyor dar kafam, bunu inkar etmiyorum bak... edebiyat dehaları dünya klasiklerini devirdiklerinde, ben, ot yüklü arabada öküzlerin önünde gitmeyi, yokuş aşağı öküze ‘baş tutturmasını' ne zaman becereceğimi hayal ediyor, rüyalarımda buna benzer şeyler görüyordum; okumak, yazmak ne laf ki; kendi dilimle şimdi yazdığım aha şu dilin ayırdına bile varamamıştım daha...

Klasikleri devirmiş, teknikleri bilen, yeteneği, becerisi üstün insanlar var biliyorum; benim yazdıklarım onların yanında el pençe divan duramaz; ama ben hiçbir zaman, hiçbir şey anlamadığım şu ‘edebi değer' dedikleri şeyin peşine takılmadım ki zaten... hiç takılmayacağım da... bildiğimiz ‘edebiyat', umurumda değil zaten Serêm... ‘ya derdin ne senin' diyorsun, duyuyorum... benim derdim mi beynimin ışığı?.. benim derdim; estetiği bütün bağlantılarından kopartarak kendi içinde bir amaç haline getiren edebiyat biçiminin yakasına yapışmaktır... benim derdim mi ruhumun feri?.. benim derdim; dünyayı yöneten ahlaksız aklın, dünyanın ıstırabını çeken iyi yürekli ama sefil bilinç üzerindeki tahakkümüne meydan okumak; bu meydan okumanın erdemleriyle yüklü metinleri örmektir ilmek ilmek... fakat olur ya bu uğurda sözcükler, kelimeler bana ihanetini esirgemezse, olur ya köşe bucak gizlenecek olurlarsa benden, takatsiz kavrayışıma pinti davranırlarsa eğer, ne yapacağımı planladım şimdiden; etlerimi dilim dilim kesip, bulamadığım kelimelerin yerine ekleyeceğim... ve ne pahasına olursa olsun, şu karmaşık kürenin milyon çeşit zulmü, milyon çeşit yabancılaşması, milyon çeşit paradoksunun onurumuza dercettiği katran karası lekeleri kopartıp göstereceğim cümle aleme... yazdığım öykülere biraz vicdan, biraz namus, biraz da bir türlü (belki kaza eseri bir türlü) görülmeyen zehirli ısırıkların yaralarını serpiştireceğim... bizim kimsesiz kederlerimizi yani... yoksa bu adamlar, bu yetenekli, mahir insanlar yazı dünyasında varken ne diye yazmaya kalkışayım ki, deli miyim?!..

Haa, evet, kor ateşleri gibi için için yanacak bu öyküler demiştim ya, işte öyle yanacağım ben de... bir alev tutuşacak önce soğuk bedenimin derinliklerinde, Dicle'nin sularına sığınacağım... ülkemin ırmakları boyumu aşacak o zaman... bir mağara olacağım misal; kuytu, şefkatli, babacan bir mağara... kol kanat gereceğim gençlere... sonra ılık bahar günlerinde yemyeşil bir ova... yağmuru yemiş, usul usul sindiriyor olacağım mevsimleri... ve karanlık bastığında, müfrezeler sardığında dört bir koldan, işte o zaman, ‘teslim ol! ihtarına silahla karşılık verilmesi üzerine, açılan ateş sonucu ölü ele geçirileceğim...' bültenler böyle söyleyecek hikayelerimde, beni böyle anlatacaklar... edebiyatın alanına girmeyecek ama bu kısımlar... edebiyatçılar, o akşam, evlerindeki bu haber saatini bulaştırmayacaklar metinlerine...

Ama ben yine de yazacağım; öyküler, hikayeler yazacağım... çürümenin, yozlaşmanın, köleliğin soyağacını tırmalayacağım bıkmadan... iğdiş edilmiş özgürlükleri, ırzına geçilen devrimciliği, ‘solcu barları'nı, edebiyat çetelerini, medyanın alçaklıklarını, her gün kendi elimizle başımıza diktiğimiz iktidarları, kadını, erkeği, eşcinseli, dilenciyi... burjuvayı, yoksulu, imamı, orospuyu... kerhaneleri, hastaneleri, okulları, dağbaşlarını, denizleri... bankaları, fason atölyelerini, kimlik kontrollerini, AB demokrasilerini, sivil toplumu, dilleri, dinleri, halk ekmekleri, baloları, mafyayı, ekonomileri, alçı sıva ustalarını, borsa aracı kurum uzmanlarını... kahırları, aldatmaları, aşk ateşini, namus yıkımlarını, cinayetleri, cezaevlerinin lağımlı hücrelerini yazacağım...

Daha neler neler, ne öyküler yazacağım...

Yazacağım, yeter ki sen sev beni...

31.12.03

08:29 ”

Mektubu bitirdim, gördüm ki; başlığı gibi mektubun kendisi de, O'nun hayalperestliğine, kendince bir manifesto gibi yaşadığı yaşamına ve sürekli uçuk projelerle dolu dünyasına denk düşüyordu. Arkama yaslandım, kendime gelemedim bir süre... Bir garabetin içinde boğulmak üzere olduğumu fark ettim; sonra kendi kendime sordum: Neye üzülüyordum ben şimdi? Bir dostumu kaybettiğime mi, yoksa henüz yazılmamış, yazılamayacak bu öykülere mi? Hiç birinden emin değildim...

Hatta bu dostumu gerçekten kaybettim mi, bu öyküler yazılmayacak mı; bunun bile o kadar belirgin olmadığını düşünüyorum şimdi...

ALINTI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder