8 Kasım 2019 Cuma

07.Kasım.2019 - Günün Yazısı - Ter Mevsiminin Çocukları - Ömer Leventoğlu

"VE BENEKLİ BİR TÜY KOPUP DÜŞTÜ…"
Hırpalanan ellerimizin buruk kıvrımlarında yorulur kamyonetler. Köhneleşir… Eskir tekerleri. Buz gibi, düz… Ve döküntü bir kamyonetin kırık kasasından kayarak düşerim ben.
Korkmam!
Kokarım fakat… Tıpkı bir ceset gibi… Adamakıllı.
Hava sıcak olur çünkü.
Ter mevsimidir çünkü… Onun çocuklarıyız biz. "Ter mevsiminin çocukları!.."

Alın teri, bilek teri, saç diplerinde ter, gözlerin oyuğunda, ellerin ayasında, avuçta, karın boşluğunda, şakağımda ter…
Ve derler ki bize, "Sizin öfkeniz hafiftir. Gıdım gıdım birikir tarla kenarlarında ve sadece size yeter."
Aniden olup biter her şey. Hesapsız bir fren… Harap bir karoser sallanır aniden. İşte o apansız çarpmanın etkisiyle gelir beyin kanaması. Hiç kimsede suç bulunamaz fakat. Sekizde sekiz. Ölen biziz. Kafamızı çarpar, kaybederiz hep. Kaybolur, gideriz.
Soba soğuk.
Bedenimiz soğuk.
Işıksız gözlerdeki o donuk emirlerle toplarlar bizi, ilkbahara beş kala… Ve düşeriz yollara.
Şafak vakti, tan vakti tutulur denklerimiz. Demir kancalar üşütür parmaklarımızı.
Dını nını, dını nını, dını nını…
Gırn! Gırn! Gırn!..
Çalışır kamyon.
Yolda rüzgar… Ve yürek çarpıntılarımızdan aldığımız hızla, esip geçeriz içinden rüzgarın. Dağı, virajları, evleri, ağaçları, camlı bölmeleri, vitrinleri görürüz yolda. Onlar da bizi… Şehirlerin ışıkları kamaştırır gözlerimizi. Bakarız… Ama ne kamaşma! Güleriz… Sonra kısık kirpiklerimizin arasında titretir, ters çeviririz görüntüleri. Bir gözümüzü kapatır, diğeriyle seçeriz yol şeritlerini. Çizgi, çizgi, çizgi, çizgi… Biz onlardan hızlı gideriz ama… Sessiz, yağ gibi kayarız şeritlerin üzerinden. Geçeriz…

Adım Hiva benim. Ter mevsiminin çocuğuyum. Yerinde durmayan huysuz bir hızmaya benzer bizim hikayemiz. Anamın hızması gibi… Düşeriz hep. Her mevsim, bir tarlada ölürüz o yüzden. Ve ter mevsiminde beceriklidir ellerimiz. Pamuğun yumağını, fındığın topağını en iyi biz bağlarız. Bir mevsim dolaşabildim ben bu tarlalarda. Yolları gördüm, kıvrım kıvrımdılar… Ovaları geçtik bir bir, başak başaktı ekinler.
Çalıştık… Çapa vurduk. İki elimizle tuttuk sapından kazmanın. Gezdik… Yağ, pas içinde kaldık posta trenlerinde, davul gibi şişti kavruk bedenlerimiz. Ağır yüklerimiz ve tedirgin yüreklerimizle bekledik istasyonlarda. İstasyonlara baktık uzun uzun. Büyük duvarları, garları, arabaları, güzel pınarları, insanları ve insanları gördük. Sonra kamyonetler… Çirkin pençeleri ve gürültülü sesleri vardı kamyonetlerin. Zeytinliklere götürürdü hep bizi kamyonetler.
Çadırlar kurduk sonra toprağın bağrına. Eştik, kazdık, okşadık toprağı. Bıcır bıcır ellerimiz karıncalandı zeytin yapraklarına dokunurken. Bostanlarda oynadık, küçük, mimi minnacık evler yaptık yol kenarlarına.
Pembeyi öğrendim bir de… Tarlanın kenarında. Pembe duvarlı bir ev… Kardeşime bakardım ben bu evin bahçesinde. Hep sırtımda… Kucağıma alırdım ama ağladığında. Kucağıma alırdım ne zaman ağlasa. Pembeli evin hayatında…

Sonra hızlı arabalar gördük, geçiyorlardı yolları.
Nefes aldık o yollarda, nefes verdik.
İlkini, sonunu bilemedik nefeslerin…

Bilmiyorum ki nefes mi aldık, nefes mi verdik yola, kravatlı bi adam geldi sonra başımıza, yola çıktığımız o günün akşam karanlığında. Başka adamlar, başka kadınlar da vardı yanında… Üzerindeki ters yazılarıyla, ilk kez duyduğum o sesi çıkaran beyaz bir minibüs getirdi onları. Korkunçtu minibüsün sesi. İrkildi herkes, her biri bir yana çekildi. Ve yardı kalabalığı araba, tam önümde durdu. Sırtında ışıl ışıl dönerli renkleriyle bir güvencin göğsüne benziyordu.
Sonra bir kuş irkti bu sesten. Uçtu… Can havliyle yol kenarına kaçıştı karıncanın biri. Kirli yol şeritleri, damla damla sıcak kanın dokunuşuyla ürpermişti… Ve benekli bir tüy kopup düştü sonra kuşun kanadından. Ne kadar da güzel uçuşuyordu bu tüy bu havada böyle. Bir o yanaaa, bir bu yana. Salınaaa salına. Oynayaaa oynaya… Kimse bakmadı, kimse ses etmedi tüye. Dokunmadı kimse. Gören olmadı belki de. Bir ben… Belki de sadece ben gördüm, bakmıyordu kimse benden öteye. Beyaz gömlekli bir adam indi sonra minibüsten. Fakat artık soğumuştu beden. Hiç üşümemiş, ama soğumuştum ben.

Hırpalanan ellerimizin buruk kıvrımlarında yorulmuştu kamyonetimiz. Köhneleşmişti. Eskimişti çehresi. Düzleşmişti tekerler, "buz gibi" demişti şoför amca, "buz gibi eriyor bu tekerler…" Buzda kayar gibi kaymıştık sonra köprüden. Tutmamıştı frenler. Ve döküntü bir kamyonetin kırık kasasından kayarak düşmüştüm ben.
Korkmamıştım ama.
Kokmuştum az sonra… Tıpkı bir ceset gibi… Adamakıllı kokmuştum.
Hava sıcaktı çünkü.
Ter mevsimiydi. Ve onun çocuklarıydık biz. "Ter mevsiminin çocukları!.."
Alın teri, bilek teri, saç diplerinde ter, gözlerin oyuğunda, ellerin ayasında, avuçta, karın boşluğunda, şakağımda ter…
Sessizce ağlarken anam, sigara içerken babam, anladım ki hafif değildir bizim öfkemiz… Anladım ki, gıdım gıdım tarla kenarlarında biriken bu öfkeler, sadece bize değil, o kuşun kanadından savrulup düşen tüyü görmeyenlere de yeter…

ALINTI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder